Ayasofya’nın gizemleri

921 yıl kilise olarak kullanıldıktan sonra, 481 yıl da Camii olarak kullanılan Ayasofya, İslam ve Hristiyanlık dinleri için büyük bir önem taşıyor. Bu eşsiz yapı, bir çok gizemi de içerisinde barındırıyor.

Fatih Sultan Mehmetin köhneleşmiş son günlerini yaşayan Bizansı yıkarak, fethedilen bütün ülkelerde en büyük kilisenin camiye dönüştürülmesi geleneğine uyularak Ayasofya da camiye çevrilmiştir.
1 Şubat 1935 tarihinde Ayasofya Camisi Müze olmuştur.

Terleyen direk

Ayasofya’nın kıble tarafındaki kapılarından soldan sayılınca, sonuncusunun iç tarafında bir mermer sütun görürsünüz. Bu sütunun en büyük özelliği kış ve yaz nemli olması. Bu yüzden bu sütuna “terleyen direk” deniyor. Sütunun zemininden başlayarak bir buçuk metrelik bir kısmı bakır plakalarla kaplı.

İnanca göre sürekli baş ağrısı çekenleri, sindirim sistemi hastalıkları olanları ve sıtmaya tutulanları bu direk tedavi ediyor. Önce iki rekat namaz kılınıyor, sonra hasta avuçlarını önce bakır plakalara sonra da yüzüne sürüyor. Bu hareket üç kez tekrarlanınca hastalıklar iyi oluyor…

Ayrıca elleri çok terleyen kimselerin, direğin üzerinde bulunan deliğe parmaklarını soktukları ve artık ellerinin terlemediği birçok defalar görülmüş…

Terlemenin nedeni

İnanca göre, Ayasofya’nın büyük bir kubbesi bir depremde yıkılınca, 300 rahip Mekke’ye gitmişler ve orada zemzem suyundan almışlar, bunu Mekke toprağı ile karıştırıp,bu sütunun altına harç olarak koymuşlar. Sütunun bu yüzden “terlediğine”inanılıyor.

Bir başka inanca göre de Hızır Peygamber, parmağım Ayasofya’daki deliğe sokmuş ve binayı Mekke’ye yöneltmiş yani Terleyen direğin ya da diğer adıyla ağlayan direğin öyküsü, görüldüğü kadarıyla Osmanlı döneminde ortaya çıkmış. İslam inançlarıyla beslenmiş.

Sütunun yapısının gözenekli olduğu ve kılcal damarlar yoluyla temeldeki suyu emdiği ve bu yüzden terlediği, en geçerli bilimsel açıklamalardan biri. Ama acaba neden sadece bu direği gözenekli taştan yapmışlar? Bu soru cevapsız kalıyor…

Ayasofya’nın içinde büyük salonun ortasında bir kuyu var.

Eskiden bu kuyu kalp hastalığına tutulanların sık sık geldikleri bir yerdi. Bunlar üç cumartesi art arda aç karnına buraya gelir, sabah namazını kılar ve bu sudan içerlerdi.

Bu gelenek cami müze haline getirilene kadar sürdü. Kuyunun üzerinde yaklaşık 50 santim çapında, demir bir kapak var. 7 metrelik bir çubuk sarkıtıldığında dibine ulaşılamıyor. Su hala mevcut, tadı tatlımsı ve mineralli.

Suyun ne tür bir bir bileşim taşıdığının, incelenmesi gerekir. Yüzyıllardır orada durduğuna göre acaba bozulmuş mudur? Sonra niçin kalp hastalığına iyi geliyor? Bu da düşündürüyor. Yoksa suyun bir özelliği mi var? Bu soruların cevaplarını, devletin yetkili kurumlarına bırakıyoruz.

Geçenlerde bilim dünyası çikolatanın içinde bulunan bir maddenin hormonal etki yaptığını açıkladı. Ama bu etki özellikle, aşk yüzünden kalbi kırılanların üzerinde görülüyormuş. Demek ki, bu madde,beyinde aşırı üzüntü yaratan merkezi etkiliyor. Ayasofya’ daki kuyunun şifalı suyunun da böyle bir özelliği neden olmasın!

Tabuta dokunulursa Ayasofya yıkılacak

Ayasofya’nın orta kıble kapısı üzerinde bir tabut var. Sarı pirinçten yapılmış bu tabutta Kraliçe Sofya yatıyor. Yalnız bir tehlike var, “Bu tabuta sakın dokunmayın” deniyor. Çünkü tabuta el sürü-lürse-büyük bir gürültü başlıyor ve tüm bina sallanmaya başlıyormuş.

Kubbenin dört tarafında birer melek resmi var. Bunlar Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail’dir. Bu melekler kanatlarını açmış bir biçimde çizilmişler. İnanca göre Azrail, imparatorların ölümlerini, Mikail düşman saldırılarını, Cebrail ve İsrafil ise olacak olayları haber veriyor.

İnananlar, tabut ile bu melekler arasında bir ilişki kuruyorlar… Tabutun koruyuculuğunu da üstlenen melekler, ona dokunulmasına izin vermiyorlarmış.


Esrarengiz kapılar

Ayasofya’nın güney tarafında ufak ve dar bir koridorun ucunda örülmüş bir kapı var. Buna “açılmaz kapı” deniyor. Anlatılanlara göre Fatih Sultan Mehmet İstanbul’a girdiğinde Rum Ortodoks Patriği yanındakilerle bu kapının önünde dua ediyormuş. Osmanlı ordusu kiliseye girince, Patrik bu kapıdan kaçıp kaybolmuş ve kapı bir daha açılmamış.

Her paskalyada bu kapının önünde” kırmızı yumurta kabukları” ortaya çıkarmış… Bir de “Kapanmaz Kapı” miti var. Fetih günü, Fatih’in ordusundan biri bu kapıya öyle bir vuruş vurmuş ki, kapı yere gömülmüş ve bir daha asla açılmamış…

Pençe nişanı

Binanın güneydoğusundaki kubbeyi tutan fil ayağının bir yüzünde 6 metre yükseklikte ele benzeyen bir iz var. Kuşaktan kuşağa anlatılanlara göre, fetih günü, Fatih Sultan Mehmet’in atı ürkmüş, Sultan eliyle bu kemere tutunmuş. Atı ise sütunun kaidesini zedelemiş. Buraya kadar bir şey yok. Ama pençe izinin yerden 6 metre yükseklikte olduğu ve bu yüksekliğe, hiçbir atın erişemeyeceği düşünülürse, olayın esrarı bir anda ortaya çıkıveriyor.

Ortodokslarla Katolikler Ayasofya’da ayrılıyor

1054 yılında papanın temsilcisi Kardinal Humbold, patriğin yönettiği ayin sırasında Papa’nın patriği aforoz ettiğini bildiren fetvayı açıklıyor. Ayin bozuluyor, kargaşa çıkıyor. Böylelikle Ortodoks ve Katolik kilisesi, birbirine darılarak temelli ayrılmış oluyor. Ayrılık 911 yıl sürüyor. 1967’de 6. Paul, İstanbul’a gelerek dargınlığı sona erdiriyor.

Ayasofya kiliseye hiç ait olmadı

Ayasofya kilisenin malı değil. Çünkü mekan imparatora ait kabul ediliyor. Dolayısıyla 1453’te Fatih Sultan Mehmet de Ayasofya’nın değerini ödeyerek bir vakıfla kendi üzerine geçiriyor. Daha sonra da padişahların malı olarak devam ediyor.

Ayasofya’nın altındaki tüneller

Mahzenlerin altındaki tünellerden Kınalı adaya kadar bir tünel uzandığıda söyleniyor.

Post Author: SerGe

Leave a Reply